İktidar Savaşında ‘Biz’
İnsanın otorite ile ilişkisi, yaşamının erken dönemlerinde başlar. Özerkliğinin kazanımına varacak olan bu yolculukta, çetin serüvenlerden geçer. Bu sürecin gidişatında belirleyici olansa, küçüğün, ilk ilişkilerinde saklıdır.
Otorite/kural koyan deyince akla ilk ataerkil figürler gelse de, bu, cinsiyetin ötesinde bir olguyu kapsamaktadır. Bu sebeple, yazımın devam eden kısımlarında buna önem vermeden devam edeceğim.
Kim olursa olsun, otorite ile olan erken dönem deneyimleri kişinin; kendiyle, ötekilerle ve dünya ile olan ilişkisinde belirleyici rol oynar.
Peki, kişinin ilerleyen dönemlerde otorite ile ilişkisindeki uyumu ya da uyumsuzluğunda, belirleyici etkenler neler olabilir? Bu, onun için sürekli girdiği bir iktidar savaşına mı yoksa dış dünyanın gerçeklikleri ile harmoni içerisinde uyumlandığı bir tecrübeye mi dönüşecektir? İnsanın karmaşıklığı ve biricikliği göz önüne alındığında bunu söylemesi elbet zor. Ancak sanırım, bir takım varsayımlarda bulunabiliriz.
Bunun kaynağı;
Her karara karışan, sizin adınıza hep “en doğrusunu” bilen işgalci bir figür de mi?
Yoksa yasaklayıcı ve sürekli kurallar koyan birinde midir?
Kendini; sınırlarını, duyumlarını, duygularını, hislerini keşfetmeye alan açmayan suçlayıcı, alaycı, küçük düşüren bir bakım verende mi?
Ya da tam tersi, sizi hiç görmeyen ve duymayan, adeta yok sayan bir umursamazlığın arkasında, kendi kurallarını kendi koymaya mecbur bırakılmış bir küçüğün sahipsizliğinde mi gizlidir?
Belki de hepsinden birazdır. Sonuçta, hayat ya hep ya hiçlerden ibaret değildir.
Peki kişi bu “savaşı” nasıl sonlandırabilir? Cevap, dış ve iç gerçekliğin sınırlarının uyumunda saklı olabilir.
İçinde yaşadığımız düzenin, toplumun, kültürün, evrenin belirli yasaları ve norm kabul ettiği değerler vardır. Tüm bunlar bir takım sınırlar, sınırlılıkları da beraberinde getirir. Bunlar dış gerçekliği kapsar. Yaşamın sürdürebilmesi için bunlara ihtiyaç vardır. Bunların kimi değiştirilebilir, kimi ise değiştirilemezdir.
Resmi böyle geniş bir açıdan ele almamın sebebi; kural ve yasaların hayatın her alanının içerisine doğal (evrenin yasaları) ya da kurgusal (sonradan bizim inşa ettiklerimiz bağlamında) olarak var olduklarını ve bunun selim ve işlevsel yönlerinin de olduğunu okuyucuya göstermektir.
Psikopatolojik açıdan bakacak olursak da kuralsızlık, yasasızlık, sınırların tamamen ortadan kalkması psikoz dediğimiz; iç ve dış sınırların ayırt edilemediği, gerçekliğin tamamen ortadan kalktığı bir duruma denk düşer.
Toparlayacak olursak yasanın/yasa koyanın habis tarafları olduğu gibi selim kısımları da vardır. Esas olan içsel dünyamızda, dışarıdan gelen bu uyaranları nasıl işlediğimiz ve anlamlandırdığımızda gizlidir. Dışarıdan gelene sırf muhalif olmak için karşı çıkan birinin tutumu seçimli değildir. Ya da hep haklı çıkmak için çevresindekileri dinlemeyen biri… Hep kendi doğrularını dayatan ve onlara uyulmasını bekleyen birinin de farklı olduğu söylenemez. Her biri iktidar savaşının kazanını oynamaya çalışan kişilerdir.
Son olarak, okuyucuya şunları sorarak sonlandırmak isterim.
Seçimlerimizde ne kadar seçimliyiz? Ne kadarında geçmişin izlerine, tepkiyle bağlıyız? Belki de esas soru bu olmalı?
Saygılarımla.
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen