BİR’ lik Yanılsaması ve Yalnızlık Üzerine
Ana rahminden ayrılan insan yavrusu, hayatı boyunca oraya dönmenin arzusu içindedir. O cenneti, arar durur. Diğerleri ile olan ilişki/ lerinde de istemsizce, o ilkel bakımı, şefkati ve sıcaklığı arar. Tutulan, kucaklanan ve kapsanan küçük, bu arkaik fantezisinin peşini hiç bırakmaz.
Bebeğin, kendilik oluşumunun ilk evresi, “ayna evresi” dir. Ben’i (ego), bakım verenin ve çevredekilerin, tepki ve yüz ifadelerinden yansıyanlarla beslenir. Anne ve o birdir. Henüz ayrışmışlık söz konusu değildir. Anlaşılacağı üzere; ihmalkar, kendini sakınan, donuk ve depresif bir anne/bakım veren’ in aynaladığı bir bebekte de, depresif izler görülecek; madalyonun diğer yüzünde ise; çocuğuna alan tanımayan, onu sürekli ilgiye boğan, onun yerine her kararı önceden tasarlayan ve veren, hiç bir olumsuzluk duygusu yaşamasına izin vermeyen anne de tahmin edileceği üzere, küçüğe iyilik yapmayacaktır.
Diğerinden bakım görmeye muhtaç küçük, zamanla büyür ve her şey yolunca giderse, bakım verenle “Bir’lik”, evresinin ötesine geçer. Bu da sahneye “öteki” lerin girmesi demektir. Çocuk ilişki kurmayı, ben ve ben olmayanı, iç ve dış sınırlarını keşfeder. Anneden ayrışır. Kendi bireyselliği için bu, kaçınılmaz ilk adımıdır. Bu sefer libidinal yatırımını sadece kendine değil, diğerlerine de yapar. Onlarla sevgi bağı kurar. İleride kurulacak sağlıklı; arkadaşlık, romantik, iş ilişkilerinin hepsinin temeli, bu evreye sağlıklı geçilip/geçilmediğine bağlıdır.
Ancak, ötekinin varlığını kabul etse de insan, kimi daha az, kimi daha çok, bilinçdışında, hala o ilkel ayrışmamış birliği muhafaza eder. Bu, diğerleri ile olan ilişkilerine de yansır. Hep anlaşılmak, idare edilmek, sevilmek, değer verilmek, düşünülmek… Bunlar elbet, sağlıklı ilişkiler için gereklidir. Tabii kararınca. Ancak, bunları okurken kolayca hak verilen noktalar, yaşantı içerisinde gözümüzden kaçabiliyor. Çekirdekte yatan bu erken döneme ait doyurulmamış narsisistik istekler, karşı taraftan aşırı talep edildiğinde, kişilerarası ilişkilerde hayal kırıklığına, boşluk, değersizlik duygularına ya da hatalı kişiselleştirmelere yol açıyor.
Ahmet, annesi tarafından değer görmeyen; kendisiyle hiç oyun oynanmayan, zamanında beslenmeyen, yeteri kadar kucaklanmayan bir çocukluk geçirmiştir. Şimdilerde ise, 1 senedir süren, güzel bir ilişkisi vardır. Partneri, ona değer verdiğini ve onu sevdiğini söylemektedir. Ancak Ahmet, buna içten içe inanmamakta ve dönem dönem artış gösteren, yoğun terk edileme endişeleri yaşamaktadır.
Diğer yandan, Zehra partnerinin ona yeteri kadar sevgi göstermediğinden yakınır. Çok ilgilenilen, el üstünde tutulan bir çocukluk geçirdiğini, çoğu isteğinin anne babası tarafından, daha o talep dahi etmeden sunulduğundan bahseder. Ancak ona göre eşi, çoğu zaman, onu bu ilgiden yoksun bırakmaktadır. Eşi ise, ona değer verdiğini, ancak, kendi sevgi gösterme yönteminin bu şekilde olmadığını ifade etmektedir.
Konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamayı hedefleyen örnekler, semboliktir. Bireylerin biricikliği göz önünde bulundurulduğunda, geçmiş yaşantıların yol açacağı etkiler elbette bir reçeteye indirgenemez. Ancak ortak nokta şudur ki; iki yetiştirme modelinde de kişi eksiklik hissetmektedir. Tamlık duygusuna erişememiştir. Çünkü ayrışamamıştır. Hala sembolik bir göbek bağına sahip gibi oradan beslenme ve doyum sağlamanın peşindedir. Ancak, “şimdi ve burada” ,bunun telafisi bu şekilde mümkün değildir.
Vurgulamak istediğim noktanın özü aslında şu dur:
“Ötekiyle ne kadar BİR olduğumuzu sanırsak, kendimize de bir o kadar uzaklaşıp ve yabancılaşırız. Yani Yalnızlaşırız.”
Ancak kendi eksikliğini, bir diğerinde ya da bir diğerince, giderilmesini şart koşmayan birey, ilişkilerinde ayakları daha sağlam yere basar olacaktır. Ötekini, zamanında eksik kalanları telafi etmesi gereken bir araç gibi konumlandırmak hem o kişiyi nesneleştirecek, hem de aradakini ilişki olmaktan çıkartıp tek taraflı bir alışverişe indirgeyecektir. Beslenen/beslenmeyi beklenen çocuk-yetişkinse, beklentileri er ya da geç (kaçınılmaz olarak) karşılanamaz hale geldiğinde de, kırılacaktır.
Ötekinde (her türlü kişilerarası ilişki) kendimizi bulduğumuzu, onun bizi ne kadar anladığını düşünsekte, aslında bu tamamen bir yanılgıdan ibarettir.
Bir olma, aynı olma isteği ancak, kendinden uzaklaşarak ödenen bir bedelle mümkündür. Bu da ağır bir bedeldir. Hepimiz farklı bir geçmişe, ebeveyn figürlerine, çevreye ve biyolojik varoluşa sahibiz. Bu da beraberinde dünyaya farklı perspektiflerden bakıp, görmemiz demektir. Burada ki yalnızlıktan kasıt, fiziksel olanı değildir. Kişinin kendi ruhsallığına sırt çevirip, kendini yalnız bıraktığı, fakirleştirdiği, kimliksizleştirdiği bir yalnızlıktır. İlk öteki (anne/bakım veren) ile kuramadığı, ya da hala eksikliğini hissettiğini, yeniden inşa etme fantezisi ile kendinden vazgeçtiği, diğerleri ile olan ilişkilerinde, “şimdi ve burada”, yeniden ve tekrardan düştüğü yineleme zorlantısıdır. Kendini tanımayı, sınırlarını ve ötekinin sınırlarını keşfetmeyi bırakması, zamanla Ben’inin (ego) diğerinin Ben’i içinde erimesi ve kaybolmasıdır. Bu, kişinin ister bugünün de, ister geçmişinde ki bir “öteki” ile olsun. Sonuç değişmez. Kendine yabancılaşan insan zamanla içsel bir boşluğa düşer. Kendi ile arasında açılan bu mesafe anksiyetesinin de şiddetini arttırır.
Ancak, nasıl ki kendini bu duruma sokan kendisiyse, bu durumdan kurtaracak olan da şüphesiz yine kişinin kendisidir. Değişim, dönüşüm, gelişim her zaman mümkündür. Yeter ki onu arayın!
Saygılarımla
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen