Makaleler

AYNALANMAK

İnsan gerçekliğin inşasını kurarken Öteki’nin varlığına ihtiyaç duyar. Benliği şekillenirken diğerleri tarafından da aynalanmak ister. Ötekilere yansıttıkları ve onlardan geri yansıyanlar üzerinden bir takım girdiler elde eder ve bunlarla içe alım yoluyla özdeşim kurar . Duyumsama, duygu, biliş, sözel ve sözsüz iletişim ve bunlarla ilintili kavramlar bu sayede gelişir. Bu yönüyle ötekilerin varlığı özellikle gelişim aşamasında gerçekliğin (dış ve iç) inşa edilmesinde kilit rol oynar. Fakat ötekilerin oynadığı bu rolün bireyin psikolojik gelişiminde nasıl bir etkiye sahip olacağı ise sonsuz çeşitlilik barındırır. Bu bağlamda yetişilen çevre önemli yer tutar.

The Mirror (Mother and Child), c.1905 Mary Stevenson Cassatt 

Bebek bunu özdeşim kurma yolu ile gerçekleştirir. Bebek, sevilen öteki tarafından -genelde anne ya da bakımveren- korktuğunda, kaygılandığında, acıktığında yatıştırılmak ister. Bunu kendi başına henüz yapamaz. Hazza ve doyuma O’nun vasıtasıyla erişir. Ancak kimi zaman bu çeşitli sebeplerden dolayı karşılan(a)maz. (Bakım verenin “yetersizliği” kaçınılmaz olup hatta gelişim için gereklidir. Burada söz edilen ihmal ile ilişkili olan(lar)dır.) Anne bebeği yatıştımayı beceremez, beslemez ve “yeterince” yanında olamaz ise bebekte bunları nasıl yapacağını öğrenemez. Bebek tüm bu hayati bilgileri aynalanarak öğrenir. Annesinin yüzünden, memesinden yansıyanlar üzerinden kendini tanımaya başlar. Anne gülümsüyor ve rahatsa muhtemelen bebekte huzurlu olacak, anne kaygılı ve depresifse bebekte de benzer belirtiler gözlemlenecektir. Yaşamın bu birlik ve ayrışma içermeyen döneminde bebek ve çevre BİR’dir. Her şey ve herkes onun uzantısı gibi algılanır. Bu sebeple ilk ilişki kurulan nesne olan anne burada, bebeğin kendi duygularını tanıması ve onlarla nasıl baş etmesi gerektiği yönünde yol göstericidir. Burada atılan temellerse yetişkin yaşamında “psikolojik sağlık” açısından belirleyici olacaktır.

Gelin bir senaryo kuralım…

Birinin kendi duyumsadıkları ve algıladıklarının çevresi tarafından sürekli inkar edildiği, olaylar karşısındaki duygularının hiç karşılık bulmadığı, düşüncelerine değer verilmediği ve ayıplandığı bir ortamda büyüdüğünü hayal edelim. Bu kişinin bir süre sonra (ego gücü ve kapasitesine bağlı olarak) gerçeklik algısının bozulması muhtemeldir. Kişi hissettiklerinin, düşündüklerinin ve duyumsadıklarının sadece ona öyle geldiğini ve bunların dış gerçeklikle uyuşmadığını zannedebilir. Bunların doğruluğunu ayırt etmekte güçlük çekebilir. Bu da zaman zaman olaylar karşısında kendini suçlamasına, yabancılaşmasına, güven duyamamasına, zihin bulanıklığına, ötekilere kayıtsız uyumla ya da karşı çıkma ile sonuçlanabilir. Kişi giderek yalnızlaşır. Bu ya kalabalıklar içerisinde ya da kendi kabuğuna çekilmiş, izole bir yalnızlık şeklinde tezahür eder.

Anlaşılacağı üzere, insan ilişkilerinde anlaşıldığını hissetmek ve aynalanmak çok önemli bir yer tutar. Öteki tarafından duygularının anlaşıldığını hissetmek, düşüncelerinin öteki nazarında da temsil edilebiliyor olması, bunların jest mimik ve sözel olarak çeşitli şekillerde geri yansıtılması varoluşsal bir ihtiyaçtır. Bu sayede yaşadıklarımız temsil edilebilir, tasarımlandırılır, sembolize edilebilir ve zihinselleştirilebilir hale gelir.

Bu sayede kişi görüldüğünü ve var olduğunu hisseder.

Sizi kimsenin görmediği ve duymadığı bir yerde var olmak kadar acı verici bir şey yoktur diye düşünüyorum.

Saygılarımla.

Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen

Loading

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Call Now Button